Oğuzhan Boztaş- Özel Haber
Avrupa’da geçen bir gece, tesadüfi bir tanışma ve dakikalar ilerledikçe büyüyen bir bağ... Before Sunrise, sadece bir romantik film değil; aynı zamanda zamanla yarışan bir duygunun, kelimelerle örülen bir hikâyenin sinema halidir.
Avusturya’nın başkenti Viyana’da geçen bir gece. İki yabancı. Bir tren yolculuğu. Ve kelimelerle örülen tarifsiz bir bağ… Richard Linklater’ın yönettiği Before Sunrise, 90’ların ortasında sessizce gelen ama yıllar içinde bir kült haline gelen bir aşk hikayesi sunuyor.
Ethan Hawke’ın canlandırdığı Jesse ve Julie Delpy’nin hayat verdiği Céline karakterleri, Paris’e dönen genç bir kadınla Amerika’ya gidecek bir adamın yollarının kesişmesiyle tanışıyor. O tanışma, filmin sadece başlangıcı değil; aynı zamanda insan ilişkilerinin, zamanın ve hayatın anlamı üzerine yapılan uzun ve derin bir sohbetin de kıvılcımı.
Diyalog Üzerinden Anlatılan Bir Dünya
Before Sunrise’ı diğer romantik filmlerden ayıran şey, büyük olaylar ya da dramatik iniş çıkışlar değil. Aksine, film tam anlamıyla “hiçbir şey” yapmadan ilerliyor: sokaklarda dolaşmak, vitrinlere bakmak, parklarda oturmak ve sadece konuşmak. Ama bu konuşmalar öyle incelikli, öyle içten ki, bir süre sonra izleyici de kendini o gecenin içinde hissediyor.
Linklater’ın ustalığı burada ortaya çıkıyor: karakterler doğal, diyaloglar akıcı ve samimi. Kamera neredeyse görünmez hale geliyor. Film, izleyiciyi “bir filmin içindeyim” hissinden uzaklaştırıp, sanki iki arkadaşın sohbetini izliyormuş gibi bir deneyim sunuyor.
Zamana Karşı Bir Aşk
Filmin en çarpıcı yönlerinden biri de zamanla olan ilişkisi. Karakterler, sadece bir gece için birlikte olabileceklerini bilerek yürürlerken, izleyici sürekli şu soruyla yüzleşiyor: Bir an, bir ömre bedel olabilir mi?
Jesse ve Céline’in hikâyesi, geçiciliğin güzelliğini ve bir duygunun kalıcılığını çok sade bir şekilde anlatıyor.