Düşününce şu hayatta ilk kandırılışımız, çocukluk çağlarımızda başlamış…

“Yemezsen büyüyemezsin”lerle mesela.

Halbuki yemeden de büyüyebilen çocuklara en iyi örneklerden biriyim ben.

Kırk takla atsa da bizimkiler, değiştirememişler çocukluğumu.

Yetişkinliğimde de iştahlı olduğum iddia edilemez hala.

Kabul!

Yeni her lezzete merakım olsa da oburca yemem yemeğimi asla.

Tadımlıktır, doymalarım.

Çünkü öğrendim, çok yemesem de büyüyebileceğimi…

 

14590’ıncı günün sabahına uyanmışım bugün mesela.

Tanıyanlar bilir, günlerce tek lokma yemediğim zamanlar vardır benim.

Yemediğim ya da uyumadığım.

Buna rağmen yine yeniden ve tekrar bambaşka bir sabaha, inatla uyandığıma ben şahidim…

 

Çok aldattılar bizi…

Sevenimiz de sevmeyenimiz de ayrı aldattı şu hayatta.

Gözlerimizin içine baka baka kandırdılar bizi…

 

Biz de güzel kandık ama…

Sağ olsunlar, var olsunlar!

Mesela ben, en çok duymak istediğim şekilde gelen aldatışları sevdim.

Tam da ihtiyacım olan zamanda.

Yoksa fark etmedim mi bunun bir yalandan ibaret olduğunu?

Elbet fark ettim, “perşembenin gelişi çarşambadan belli” derler…

 

Yasladım sırtımı arkama, gözlerimi devirdim başka bir noktaya ve dinledim incilerini aldatıcımın, her defasında.

Sıktım yanaklarımı çok kez gülmemek için.

Sigaramdan bir fırt çektim Fidel gibi, oyalanmak adına.

Düşündüm, girizgahımı en makul yoldan.

Kırmadan, üzmeden, her şeye rağmen...

 

Yıllar evvel salaş bir meyhanenin kirli duvarına karalanmış bir yazı geldi yine aklıma.

“Kovalayan ne kadar çoksa, kaçmakta o kadar ustalaşıyor insan!”

Usta inanıcıyım ben artık.

Her niyetin, her hedefin, iyi kötü farkındayım.

Kaçan gözlerinizin, küçülen gözbebeklerinizin, yüzünüze yaklaşan elleriniz ve dağılan ilginizle hızlanan hareketlerinizin farkındayım…

 

Tamam, inandım da sayın söylediğiniz her şeye.

Fakat sizler de beni mazur görün, zamanı geldiğinde.

Hepinize birer ihanet borcum olsun.

Yerine getirdiklerime selam, henüz zamanı gelmeyenlere de mesaj olsun.

Hepimizin adına….