Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ardından Rusya ile Avrupa ülkeleri arasında yaşanan jeopolitik gerilimler, Avrupa Birliği’ni (AB) doğalgaz ve petrol alanında Rusya’ya olan bağımlılığı kırmaya ve alternatif kaynak aramaya yöneltmiştir. Bu kapsamda ilk olarak Rus petrol ve doğalgaz tedarikine yaptırımlar uygulanmış, daha sonra da Avrupalı liderler, Rusya’ya alternatif olabilecek tedarikçi ülkeleri ziyaret etmeye başlamıştır.

Savaştan önce Rusya, AB’nin doğalgaz ihtiyacının %40’ını karşılarken; bu oran, Cezayir için yaklaşık %11’di. Bu oranla ülke, Rusya ve Norveç’ten sonra Avrupa’nın üçüncü en büyük yabancı gaz kaynağıdır. Ayrıca Akdeniz ülkesi olmasının da getirisiyle Cezayir, Avrupa’ya ihraç ettiği doğalgazı çoğunlukla İtalya ve İspanya’ya tedarik etmekteydi. Dolayısıyla savaşın ardından Cezayir’in kapısını çalan ilk liderler de bu ülkelerden olmuştur.

Avrupa ile Rusya arasında yaşanan jeopolitik depremlere karşı temkinli davranan Cezayir, Soğuk Savaş sırasındaki gibi öznel tarafsızlığı tercih etmiş ne Rusya ne de Avrupa’ya yönelik ilişkilerinde bir değişime gitmemiştir. Ancak yine de her ülkeye ticari açıdan açık kapı bıraktığını söylemek mümkündür. Zira Cezayir, AB ve NATO üyesi ülkelere doğalgaz tedarikini arttırırken; bu durumun Moskova’yla geliştirdiği ilişkileri etkilemediği söylenebilir. Söz konusu durum, Batılı ülkeler tarafından Cezayir’in güvenirliği konusunda şüphe uyandırsa da AB’nin ülkenin doğalgaz kaynaklarına ihtiyacı nedeniyle bunu göz ardı ettiği ifade edilebilir.

AB’nin Rus doğalgazından uzaklaşma çabalarıyla ilişkili olarak kanıtlanmış onuncu en büyük doğalgaz rezervine sahip, altıncı en büyük gaz ihracatçısı ve üçüncü büyük kaya gazı rezervine sahip olan Cezayir, Avrupa'nın “kurtarıcısı” olarak değerlendirilmektedir. Bunun en büyük sebeplerinden biri ise Cezayir ile Avrupa arasında doğalgaz akışını sağlayabilecek altyapının varlığıdır.

Halihazırda Cezayir, Trans-Med Boru Hattı yoluyla Rusya’yı geçerek İtalya’nın en büyük doğalgaz tedarikçisi konumuna yükselmektedir. Ayrıca Cezayir, Fas üzerinden İspanya’ya giden Mağrip-Avrupa Gaz Boru Hattı’yla hem İspanya’ya hem de İspanya üzerinden Fransa ve Portekiz’e de doğalgaz ihraç etmektedir.

AB’nin ilgi odağı olmasına ve savaşa rağmen henüz Rusya’ya alternatif olarak değerlendirilmesi konusunda Cezayir’in önünde birtakım engeller bulunmaktadır.

İlk olarak ülkenin başta doğalgaz olmak üzere enerji alanında keşif, altyapı geliştirme ve yatırımlara ihtiyacı bulunmaktadır. Üstelik ülke, Batı Sahra’daki toprak iddiaları ve bölgedeki terör faaliyetleri nedeniyle yatırımlara odaklanamamaktadır. İkinci olarak ise iç enerji tüketiminin her geçen gün artması, Cezayir’in küresel pazarın taleplerini karşılamasını zorlaştırmaktadır.

Bu kapsamda AB’nin öncelikle Cezayir’e yatırımları arttırması ve gerekli istikrarın sağlanması konusunda destek vermesi öngörülmektedir. Batı, mevcut şartlar altında Cezayir’deki siyasi baskı ve azınlıklara yönelik kötü muamele gibi insan hakları ihlallerini görmezden gelmeye devam edebilecek olsa da birlik ve ülke arasındaki ilişkilerin artmasıyla birlikte Cezayir’in yalnızca enerji altyapısına yatırım yapmak yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla ülkenin sadece ekonomik açıdan değil, sosyal ve siyasal bakımdan da reformlar uygulaması Akdeniz-Avrupa işbirliğinin devamlılığı açısından gündeme gelebilir.

Cezayir gazı fiyat, miktar ve erişim açısından Rus gazına göre daha az caziptir. Ancak jeopolitik değişimlerle birlikte söz konusu ülke, önemli ve etkili bir alternatif kaynak olarak ön plana çıkmaktadır. Cezayir’in AB’yle geliştirdiği ilişkilerin tarihinde özellikle de Fransa’yla sayısız anlaşmazlık ve başarısızlık vardır. Buna rağmen enerji arzının Akdeniz’den tutarlı bir şekilde akmaya devam etmesi, Rusya’nın yanında Cezayir’in daha güvenilir bir kaynak olduğu görüşünün ortaya çıkmasına yol açmıştır.

“Kurtarıcı” rolüne Cezayir açısından bakıldığında ise Rusya’yla mevcut geleneksel ilişkilerin AB ile Cezayir arasında bir geriletici faktör olarak bulunduğu söylenebilir. Özellikle de savaştan sonra Moskova, Kuzey Afrikalı ülkelere ilgisini artırmıştır.

Bu durumda bölge ülkelerinin AB ile Rusya arasında kalabileceği ve tarafsızlıklarını bir kenara bırakmaya zorlanabilecekleri öngörülebilir. Cezayir de bundan etkilenerek zor durumda kalabilirEnerji alanında Rusya’ya olan bağımlılık sorununu çözmeden Moskova ile böyle bir güç mücadelesi içerisine girilmesi, birçok AB ülkesinin tüm ekonomik zenginliklerine rağmen başa çıkmakta zorlandıkları bir enerji krizi ile karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Bu sorunun üç boyutundan bahsetmek mümkündür.

Her şeyden önce bazı Avrupa ülkeleri kışa girilirken ciddi bir enerji tedarik riskine sahiptirler. İkinci olarak, kriz nedeniyle aşırı şekilde yükselen enerji fiyatları, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Avrupa’da da özellikle bu açıdan dışa bağımlı ülkelerde hayat pahalılığının, ona bağlı yoksulluğun ve bunun sonucu olarak istikrarsızlığın artması endişesini de beraberinde getirmektedir. Üçüncü olarak, Rusya ile yaşanan bu gerginliğin Moskova’ya karşı izlenecek politika konusunda AB ülkeleri arasındaki çatlağı derinleştirdiği, yaptırımların olumsuz sonuçlarından korkan bazı AB ülkelerinin bu alanda alınmak istenen ortak kararlara uymak istemediği ve hatta bazı AB ülkelerinde bu konuda iç aktörler arasında da ciddi tartışmalar yaşandığı görülüyor.

Bu sorunlara yakından bakmadan önce AB-Rusya enerji ilişkilerinde gelinen son noktaya dair birtakım tespitler yapalım. Öncelikle savaş öncesinde AB’nin enerji tedarikinde Rusya’nın çok önemli bir yere sahip olduğunun altını çizmek gerekir. 2020 verilerine göre, AB ihtiyaç duyduğu toplam enerjinin %58’ini ithal etmek zorunda kalmıştır. Aynı yıl içinde ithal ettiği kömürün %54’ünü, doğal gazın %43’ünü ve petrolün %29’unu Rusya’dan temin etmişti.

Bu rakamlar, dünyanın en büyük enerji tüketicileri arasında yer alan AB ülkelerinin bu alanda Rusya’ya ciddi bir bağımlılığı olduğunu göstermekteydi. Ancak bütün AB üyelerinin bu konuda aynı pozisyonda olmadığını, bazılarının bağımlılık düzeyi çok yüksek iken bazıları açısından bir bağımlılıktan bahsetmenin söz konusu olmadığını da ifade etmek gerekir.

Örneğin doğal gaz konusunda Finlandiya, Baltık ülkeleri, Polonya, Macaristan, Slovakya, Bulgaristan, Avusturya ve Almanya’nın savaş öncesinde alternatif kaynaklarla telafi edilmesi zor düzeyde Rus gazına bağımlılıkları söz konusuydu. Finlandiya, Estonya ve Bulgaristan için bu bağımlılığın derecesi %100’e ulaşıyordu. Kışın her iki açıdan da sert geçmesini önlemek isteyen AB liderlerinin, geçmişte silah ambargosu uyguladıkları ülkelerin “diktatör” diye nitelendirdikleri liderlerine ziyaretler düzenleyerek Rusya gazına alternatif arayışını hızlandırdıkları görülüyor. Zira özellikle enerji ve gıda fiyatlarında yaşanan aşırı artışların, Avrupa’da aşırı sağ ve popülist kesimleri yeniden hareketlendirdiği görülüyor.

Rusya’nın Ukrayna’ya girmesi ile birlikte Doğu Akdeniz gazının Avrupa’nın gaz arz güvenliğinde oynayabileceği rol hararetle tartışılmaya başlandı. Avrupa Birliği’nin Rus gazına olan bağımlılığını önümüzdeki beş yıl içinde sona erdirmesine ilişkin planında her ne kadar Doğu Akdeniz gazına ilişkin somut bir atıf yapılmasa da Rusya’dan ithal edilen yıllık 155 milyar metreküp gazın 60 milyar metreküpünün alternatif kaynaklardan tedarik edilmesinde Doğu Akdeniz gazı dolaylı olarak yer almaktadır. Fiyatların cazipliğinden dolayı geçtiğimiz aylarda Mısır’dan ihraç edilen sıvılaştırılmış doğal gazın tamamen Avrupa piyasalarına kayması dikkat çekmektedir.

Mısır’daki LNG tesisleri tam kapasite çalışabilirse toplamda 19 milyar metreküpe ulaşabilir. Ancak bunun için İsrail gazı da gereklidir. Bu rakamın üstüne çıkmak yeni ihracat altyapı projelerine bağlıdır. Dikkatlerin İsrail-Türkiye doğal gaz boru hattı projesine çevrilmesinin bir nedeni de budur.

 Doğu Akdeniz’in Artan Gaz Ticareti

Şimdiye kadar düzinelerce gaz sahası keşfedilen Mısır’da gaz ihracatı iki yolla yapılmaktadır: Boru hattıyla Ürdün’e ve sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) yoluyla uluslararası piyasalara. Mısır’ın 2008 ile 2012 arasında İsrail’e gaz ihracı için kullandığı Eastern Mediterranean Gas - Dogu Akdeniz Gaz boru hattında gaz akış yönü tersine çevrilmiş olup bugün İsrail’den Mısır’a gaz ithal etmek için kullanılmaktadır.

Tamar sahasında gaz üretimine başlanılmasıyla İsrail önce kendi ihtiyacını karşılar hale gelmiş, 2017’de de Ürdün’e gaz ihracatına başlamıştır. Ayrıca, yukarıda bahsedilen Dogu Akdeniz Gaz boru hattıyla da 2020’de Mısır’a gaz ihracatına başlamıştır.

İsrail’in bugünkü ihracat pazarları olan Ürdün ve Mısır’a mevcut kontratların dışında (yıllık 10 milyar metreküp) ek gaz satması pek olası değildir. Tamar ve Leviathan sahalarında yıllık üretimin ikiye katlanması (yani yıllık 20 milyar metreküp civarında) ancak ek üretim miktarının uzak piyasalara satılması ile mümkündür. İç piyasada bu miktarda gazın eritilmesi mümkün değildir çünkü yakında üretime başlayacak sahalar (mesela Karish) iç talebi rahatlıkla karşılayacaktır.

İsrail gazını uzak piyasalara ulaştırmada iki alternatif üzerinde durulmuştur: Boru hattı ve LNG. Leviathan sahasından başlayıp Güney Kıbrıs ve Girit üzerinden Yunanistan’a ve oradan İtalya’ya bağlanması planlanan Doğu Akdeniz Gaz Boru hattı projesi yıllarca tartışma konusu olmuş ancak Biden ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bu projeyi desteklemeyeceğini çeşitli vesilelerle açıklaması üzerine önemini yitirmiş ve sadece sanal bir proje olarak tozlu raflarda yerini almıştır.

Bu projeden önce İsrail’in Leviathan sahasından Türkiye’ye denizin altından bir boru hattı çekilerek gaz ihracatı gündeme gelmiş ancak gerek ticari şartlarda anlaşmaya varılamaması gerekse iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulması nedeniyle arka plana itilmişti. Ancak ilişkilerin normalleşmesi yolunda son zamanlarda atılan adımlar nedeniyle proje tekrar gündeme gelmiştir. Ne var ki, oluşan iyimser havayı değerlendirirken bir boru hattı projesinin alıcı ile satıcı arasında yapılacak gaz alım-satım anlaşması olmaksızın hayata geçemeyeceği gerçeğini, yani ticari boyutunu göz ardı etmemek gerekir.

Ticari boyut söz konusu olduğunda dikkatleri Leviathan sahasının operatörü olan Chevron üzerinde toplamak gereklidir. Chevron ve Leviathan sahası ortakları, temelde iki alternatif üzerinde durmaktadır. Birincisi, deniz altından bir boru hattıyla Leviathan gazını Mısır’daki LNG ihracat tesislerine getirmek ve oradan LNG olarak dış piyasalara satmak. İkincisi ise İsrail’de bir yüzer LNG tesisi kurmak. Her iki alternatif konusunda müzakereler ve değerlendirmeler devam etmektedir. İsrail-Türkiye boru hattı projesinin bu opsiyonların önüne geçebilmesi için başka bir konunun daha aydınlatılması gereklidir: Kıbrıs sorununun sorun olmaktan çıkarılması.

Diğer yandan, Doğu Akdeniz’deki önemli sorunlardan biri de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda bölge ülkeleri arasında bir uzlaşı sağlanamamış olmasıdır. Tarafların maksimalist yaklaşımları, bölgede gaz arama faaliyetlerinden gazın ticarileştirilerek dış pazarlara sunulmasına kadar birçok aşamanın önünde büyük bir engel haline gelmiştir. Halbuki uluslararası hukuk bize, Doğu Akdeniz’deki tek taraflı münhasır ekonomik bölge iddialarının ve ikili deniz sınırı sınırlandırma anlaşmalarının, üçüncü tarafların çıkarlarını dikkate almıyorlarsa pek bir değeri olmadığını söylemektedir.                                                                                                                                                                                                                                                          Gerek Kıbrıs sorunu gerekse diğer bölge sorunları açısından bakıldığında Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının önemli hedeflerinden birinin güvenlik olduğu görülür. Türkiye’nin, Kıbrıs Türklerinin ve bütün bölge halklarının güvenliğinin sağlanmasının Ankara’nın bölge politikası açısından önemli olduğunun altını çizmek gerekir. Kıbrıs’ın yanında, Ege adaları sorunu, Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan ve Libya sorunları, Doğu Akdeniz’de güç politikasının öne çıktığını ve gerek bölge ülkelerinin gerekse bölge dışı ülkelerin uyguladığı güç politikasına karşı sağlam bir şekilde durulmaması halinde Türkiye açısından büyük zararlara yol açabileceğinin işaretlerini vermektedir. Ankara her ne kadar bölgeye yönelik politikasında uluslararası hukuku esas alıyor ve bölge halklarının demokrasi mücadelesine destek veriyor olsa da uluslararası siyasal sistemin gerçekleri Türkiye’nin de gerektiğinde askeri ve ekonomik güç araçlarını kullanmasını zorunlu kılıyor.