Adamın acelesi var, bu açıklamayla partisinin oyunu en az 10 puan yükseltip ELAM’la yeni dönemde koalisyona yeşil ışığı yaktı.

Bay Hristo isterseniz bir 57 yıl daha görüşebiliriz, hatta en baştan 100 yıl daha görüşmek istediğinizi belirterek derhal ÇÖZÜLMEYEN ÇÖZÜM MASASINI KURALIM VE BOL BOL KAHVE İÇİP SOHBET EDELİM.

NE DE OLSA AB ÜYESİSİNİZ, BU DÖNEM BAŞKANLIKTA YAPACAKSINIZ !

"SİZ ARKA TARAFTA SON SÜRAT EN MODERN ŞEKİLDE KİTLE İMHA SİLAHLANMASINA DEVAM EDİNİZ..." "KİLİSEDE ULTRA FAŞİST NESİLLERİNİZİ YETİŞTİRMEYE DEVAM ETSİN."

Kıbrıs’ta tarih yine aynı düğüme geldi durdu, güvenlik ve garantiler. Bir tarafta, 1963–74’ün acı hafızasını taşıyan, 1974 sonrası istikrara, barışa ve huzura Türk askerinin varlığıyla ulaşan bir Kıbrıs Türk Halkı, diğer tarafta, AB üyeliğini zırh gibi kuşanmış, “sıfır asker, sıfır garanti” sloganına kilitlenmiş bir Rum siyasal düzeni duruyor.

Son tabloda, Cumhurbaşkanımız sayın Tufan Erhürman’ın masaya koyduğu 10 maddelik teklif paketine Rum lider Hristodulidis’in verdiği cevap, aslında yeni bir şey söylememiştir. “Türkiye askerini çeksin, garantiler kalksın, sonra konuşalım” mesajı, diplomatik nezaket içine gizlenmiş olsada, fiilen şu anlama geliyor, Türk tarafı önce tek taraflı olarak en temel güvenlik dayanağından vazgeçsin, sonra belki bir şeyler konuşuruz.

Bu yaklaşımın arka planında yalnızca “uluslararası hukuk” kaygısı değil, son yıllarda Rum tarafında yükselen milliyetçi damar da var.

Kilisenin etkisi, aşırı sağ söylemin siyasette giderek normalleşmesi ve “tek egemen, tek devlet” vurgusunun merkezi bir çizgi haline gelmesi, “sıfır asker, sıfır garanti” formülünü teknik bir müzakere maddesi olmaktan çıkarıp ideolojik bir bayrağa dönüştürmüştür.

Bu filmi daha önce de görmek mümkün. 2004 Annan Planında Kıbrıs Türkleri ağır bedelleri göze alarak sandığa gittik ve çoğunluğumuz ezici bir rakamla %65’le “Evet” dedik.

Rum tarafı ise ezici bir çoğunlukla %75,8’le “Hayır” diyerek planı çöpe attı. O gün Rum siyasetinin verdiği fiili mesaj, AB üyeliği cebindeyken, garantiler tartışmaya açılmışken bile kontrolü paylaşmaya, güçten feragat etmeye, gerçek siyasi eşitliği kabul etmeye hazır olmadığı yönündeydi.

Yıllar sonra Crans-Montana masasında da benzer bir tablo ortaya çıktı. BM Genel Sekreterinin ortaya koyduğu çerçeve, garantilerde ciddi revizyon, asker sayısında azaltma ve takvime bağlanmış dönüşüm gibi unsurlar içerirken, Türk tarafı tarihindeki en ileri esneme sinyallerinden bazılarını verdi, ancak süreç yine Rum tarafının “sıfır asker, sıfır garanti” ısrarının gölgesinde duvara çarptı.

Rum siyasetinin gözünde denklem hep aynı noktaya dönüyor. Türk askeri olmadan ve garantiler tamamen kalktıktan sonra konuşmak.

Bu tavır, Bizlerin hafızasında müzakere değil, teslimiyet talebi olarak okunuyor, çünkü Rum tarafı kendi güvenlik ve egemenlik beklentisini “normal” sayarken, Kıbrıs Türkünün tarihsel korkularını ve güvenlik kaygılarını çoğu zaman ikincil, tali, hatta abartılı görüyor. Bir yandan da Türkler için değil, endişelenmeyin deyip son sürat silahlanıyor.

Rum liderliği son yıllarda sürekli “normalleşme”, “AB standartları”, “21. yüzyılda garantiler olmaz” gibi kavramları tekrarlıyor. İlk bakışta modern dünyada kulağa makul gelen bu söylemin arka planında ise milliyetçi bir tek-devletçilik yatıyor, tek bayrak, tek egemenlik, tek uluslararası kimlik, Türk tarafının siyasi eşitlik talebini “azınlığa veto verilemez” diyerek reddeden bir zihniyet, 1960 düzeninin ortaklık ruhunu değil, 1974 öncesi güç dengesini idealleştiren bir siyasal hafızadır.

RUM MİLLİYETÇİLİĞİNİN YÜKSELEN TONUNU GÖRMEZDEN GELEN HER TESPİT KIBRIS GERÇEKLİĞİNİ ISKALIYOR.

Bugün pek çok Rum siyasetçi için hedef, eşit ortaklı iki halktan oluşan bir yapı değil, zaman içinde Türksüzleşen ya da en azından siyaseten Türk etkisinden arındırılmış bir Kıbrıs tahayyülüdür.

Bu tahayyül açıkça dile de getiriliyor, hem geçmişte müzakere masasında hem günlük siyasi pratikte kendini NET ŞEKİLDE belli ediyor.

Birleşmiş Milletler şunu anlamamakta ısrar ediyor, Kıbrıs Türkü açısından güvenlik meselesi yalnızca “kaç bin asker kalacak” sorusuna indirgenebilir bir teknik konu değildir, varoluşsal bir güvenlik meselesidir.

1963–74 arasında yaşanan saldırılar, köy boşaltmaları, gettolaşma deneyimi, 1960 Cumhuriyetinden fiilen dışlanma ve uluslararası toplumun o dönemdeki kayıtsızlığı, Kıbrıs Türkünün zihninde derin bir iz bırakmıştır.

Bu geçmiş, uluslararası hukuk metinlerinin kağıt üzerinde ne kadar parlak görünürse görünsün, kritik bir anda “kim kimi nasıl koruyacak” sorusunu sürekli diri tutmaktadır.

Bugün Rum liderliği garantilerin kalkmasını ve Türk askerinin çekilmesini küstahça dile getirirken, Kıbrıs Türkünü bu soruya tatmin edici ve somut bir cevapla buluşturmuyor.

“AB şemsiyesi”, “uluslararası güvence”, “modern güvenlik mimarisi” gibi süslü ifadeler, ancak bağlayıcı, iki taraflı ve uygulanabilir mekanizmalara dönüştüğünde bir anlam kazanabilir.

Aksi halde Kıbrıs Türküne verilen açık mesaj, geçmişte yalnız bırakıldığı gibi bugün de fiilen yalnız kalması, bunun da “ÇAĞDAŞLIK” diye pazarlanması olmaktadır.

Bugün Rum tarafında yükselen milliyetçi söylem, garantileri tarihin çöplüğüne atılması gereken bir kalıntı gibi konumlandırırken, Kıbrıs Türkü için aynı sistem, bugüne kadar yaşananların tekrar etmesini engelleyen en son bariyerdir.

Bu gerilimi görmezden gelen her “çözüm” önerisi, aslında çözüm değil, yeni bir krizin başlangıç senaryosu niteliği taşır.

Rum liderliği “sıfır asker, sıfır garanti” sloganını bir siyasi zafer hedefi olarak gördüğü sürece, bu soruya verilen cevap Kıbrıs Türkü açısından ikna edici olmayacaktır.

Bu nedenle bugün masaya konan her model, önce şu temel teste tabi tutulmak zorundadır. Bu formül sadece Rum tarafının gizli ajandasına hizmet mi ediyor, yoksa Kıbrıs Türküne de “evet, yalnız değilim” duygusunu verebiliyor mu !

Cevap olumsuz kaldığı sürece Kıbrıs’ta barış yerine, belirsizliği kalıcılaştıran bir statüko üretmeye devam etmekten başka bir sonuç çıkmayacaktır.

Neyseki Rum Liderliği Erkenden En Net ve Somut Şekilde Görüşünü ve Duruşunu Ortaya Koymuştur.