Bazı çocuklar vardır; büyürken oyuncaklardan önce yetişkin cümleleri taşırlar. Evde en çok duydukları şey masal değil, şikâyettir. Bu cümleler çoğu zaman şunlardır: “Baban yine aramadı.” “Zaten bizi hep yarı yolda bıraktı.” “Benim yaşadıklarımı kimse yaşamıyor.”
Bu cümleler bir çocuğun dünyasında yankılandığında, çocuk yavaş yavaş çocuk olmaktan çıkar. Farkında olmadan, bir evliliğin duygusal yükünü sırtlanır. Yıllar sonra bile bu yük; ilişkilerde, yakınlıkta ve hatta sevgide kendini göstermeye devam eder. Eğer annen sana sürekli babanı kötülediyse, kendi kırgınlığını ve öfkesini seninle paylaştıysa, ikisi arasındaki sorunların içine seni de çektiyse, sen o evde sadece bir çocuk olmadın. Bir taraf oldun.
Çünkü çocuk, dünyayı güven üzerinden değil; tetikte olma hali üzerinden öğrenir. Yakınlık, huzurdan çok risk çağrıştırmaya başlar. Sevgi; şefkatle değil, kırgınlık ve suçlulukla yan yana durur. Bu durum, çocuğun hayata bakışını da şekillendirir. İlişkiler güvenli alanlar olmaktan çıkar, dikkat edilmesi gereken zeminlere dönüşür. Zamanla çocuk, ya her şeyi kontrol etmeye çalışır ya da bağ kurmaktan kaçınır.
Bu süreç, çocuğun kadınlara, erkeklere ve ilişkilere dair duygusal altyapısının yanlış kodlanmasına yol açar. Çoğu zaman karşımıza çıkan tablo şöyledir:
Ø Erkek figürü genellikle çelişkili bir yerde durur. Bir yanda doğal bir sevgi ve bağ ihtiyacı, diğer yanda anneden öğrenilen öfke ve hayal kırıklığı vardır. Bu nedenle erkekler, güvenilecek kişiler olmaktan çok, mesafede tutulması ya da sürekli sınanması gereken figürlere dönüşebilir.
Ø Kadınlara bakışta ise farklı bir yük oluşur. Kadın olmak; fedakarlık, susmak, dayanmak ve idare etmekle eşleşebilir. Kadınların üzülmemesi gereken değil, korunması gereken kişiler olduğu inancı gelişir. Bu durum özellikle kadınlarda, ilişkilerde kendini ikinci plana atma ve kendi ihtiyaçlarını erteleme eğilimini beraberinde getirir.
Ø İlişkilerde ise çoğu zaman iki uç görülür: Ya yoğun bir bağlanma ve terk edilme korkusu ya da duygusal mesafe ve kaçınma. Yakınlık istendiğinde suçluluk, mesafe olduğunda ise yalnızlık hissi devreye girer. Evlilik, güvenli bir birliktelikten çok, içinde kaybolma riski olan bir yapı gibi algılanabilir. Bazıları evlilikten uzak durur, bazıları ise evliliğin tüm yükünü omuzlamayı normalleştirir. Çünkü çocukken öğrenilen mesaj nettir: “Bir ilişki yürüsün diye biri kendinden vazgeçmelidir.” Oysa bu, çocuğun değil; yetişkinlerin yüküdür.
Çocuk büyümeye başladığında ise çoğu zaman istemsizce baba figürüne karşı mesafe koyar. Bunun nedeni, çocuklukta zihnine yerleşen sessiz bir inançtır: Eğer babasını sever ya da ona yakınlık gösterirse, annesine ve annesinin yaşadığı acıya, çaresizliğe ihanet etmiş olacağını düşünür. Bu nedenle bazı çocuklar için baba ile kurulan yakınlık iyi hissettirmez; aksine huzursuzluk yaratır. Hatta bazıları, bu huzursuzluktan kaçınmak için babayla hiç temas etmemeyi tercih edebilir. Bu noktada, hayatında bu sıkıntıyı yaşayan bireylere hatırlatmak istediğim önemli bir durum var. Annen, evliliğinde babana kırılmış olabilir; o dönemde öfkeli de olabilir. Seni kendine yakın görüp, çocuk olduğunu unutarak, taşıyamayacağın duygusal yükleri seninle paylaşmış olabilir. Ancak bu sürecin muhatabı hiçbir zaman sen değildin.
Çocukluk döneminde sen sadece sevilmek istedin. Belki anneni korumaya çalıştın. Ancak kimse sana sevilmenin karşılığında vermen gereken fedakarlıklar ya da ödemen gereken bir bedel olduğunu söylemedi. İşte tam bu noktada ayırt etmen gereken önemli bir durum var: Babanı, annenin yaşadıklarına göre değil; bir “baba” olarak değerlendirmek. Bunu yapabildiğinde, aranızdaki ilişki onların ilişkisinden farklı bir boyuta taşınır ve size ait bir alan açılmaya başlar.
Geçmişte yaşanan hiçbir olumsuzluk inkar edilemez. Ancak bu yaşantılar, geleceğinde seninle birlikte taşınmak zorunda değildir. Yük, ait olduğu yere sessizce bırakılmalıdır. Çünkü yaşanan savaş, annenle babanın savaşıydı; senin değil. Ve hiçbir çocuk, bir evliliğin bedelini ödemek zorunda değildir.
